Neil Diamonds adına, tüm hüzünler buraya!

April 8, 2011 § Leave a comment

İki şarkışı ile misafir etmek istedim Diamonds’ı bugün.

Güçsüzlüğün yakarışını anlattığı Red Red Wine ilki. ‘Dur’ yetmez ya bazen, anlamazsınız, tutamazsınız kendinizi. Ne yüreğiniz ile aklınızın düellosunda taraf tutmak istersiniz, ne de buna seyirci kalmanın faturasını ödemek. Bir süreliğine yeryüzüne basmak, ağırlığınızı, varlığınızı hissetmek istemezsiniz, bambaşka bir mekana ışınlanmak istersiniz, kaçış mıdır, kurtuluş mudur kimbilir. Ama kesinlikle şimdi, burada olmaktan, bedellerin ödeneceği adımlar atılmasından kurtarır sizi. Güvenli çıkış kapısı.

Red, red wine
Stay close to me
Don`t let me be in love
It`s tearin` apart
My blue, blue heart

Ve I am..I said… ikincisi. Kayboluşun hikayesi, şehirler arasında, insanlar arasında, yalnızlığın yakarışı. Ne evinin nerede olduğunu bilmez ne de yüreğinin nerede olduğunu bilmez durumda olmak. Evrenin kara deliklerinde boşlukta bir yerlerde belki ama, kim onu bulup geri getirecek, dünyalılarla kaynaştıracak tekrar, barınacak kalpler, sığınacak limanlar, yaşanacak anlar vadini tutacak…

Well,
I’m New York City born and raised
But nowadays,
I’m lost between two shores
LA’s fine, but it ain’t home
New York’s home but it ain’t mine no more
I am, I said
To no one there
And no one heard at all
Not even the chair
I am, I cried
I am, said I
And I am lost, and I can’t even say why

yıl yarıldı, döküldü taneler…

November 29, 2010 § Leave a comment

Aralık gelmedi daha değil mi? İyi iyi, biraz daha vaktim var demek ki… Haberli ölüm gibi gelir yılın son ayı… Koca geçmiş yılın yapılacaklar listesi çıkar meydana, el mi yaman bey mi yaman belli olur…Tabi bir de gelecek yılın omzuna binecekleri için toptan şenliktir…

Küçükken, ilkokul ve ortaokulda, eylül ayı idi, bu aralık ayının yükünü çeken. Haziran’da başlayan listelerim üç ayı nasıl dolu dolu geçiririmle hayallerimin mutluluğunu hala hissederim. She-Ra idim ben çünkü, istediğim her şeyi değiştirebilir, her şeye gücüm yeterdi.

Liste bazen on madde olurdu, bazen roman tadında…
İçimden başlardı liste, kendimden memmuniyetsizliğim dile gelir, sevmediğim huylar kürsüye çıkar, savunurlardı kendilerini. Kaybedenlerle savaş başlardı. Amaç sevdiklerimle başbaşa kalabilmekti tabi, sonsuz mutluluk…

Sonra kitaplar klasik hiç bitmeyen kitap listem tabi. Hiç bitmezdi ki…Kütüphaneler bedavaydı, hazinem vardı benim, herkesten kaçıp saklanabildiğim…Hayatımın yüzde kaçını kütüphanelerde geçirdim bilmiyorum,  ama tüm kütüphaneci teyzelerimin en şeker müdavimleri idim… Güvenlerini kazanıp, kütüphaneyi bana bırakıp gittikleri anları hatırlıyorum, kitapların bir bir dile geldiklerini, hiç gelmesin isterdim kütüphaneci teyze, olmaz mıydı…

Huylu huyundan vazgeçmez, hala listelerim var, hala bir sürü eksiğim gediğim, öğrenmek istediğim, anlamak istediğim şeyler var. Sanırım beni bu dünyada tutan pamuk ipliğim.

Yapılanlara bakarsam üzülmüyorum tabi dolu dolu geçti son altı ay… Bulabildiğim kurslara katıldım; ata binmek, piyano çalmak gibi güzel şeyler öğrendim… Cambridge Theatre’da Chichago müzikali, Shakespeare Tiyatrosu’nda Henry IV Part I, Londra Türk Film Festivali’nde Prensesin Uykusu’nu izleme fırsatım oldu… Kraliyet ailesini ziyaret ettik Windsor Castle’da, mağarada cheddarı da yedik Cheddar Gorge’da.

Kitap listeme gelirsek geri, yeni yılın yapılacaklar listesi gibi beyaz, umut dolu olmuyor her zaman bu liste maalesef. Kara bir liste, yapılanların, geçmişin listesi.  Yapılmayanları karanlıkta göstereceğim, ama söz veremem hepsini göstereceğim diye, bazıları çok korkuyorlar…

Okunanlar:

1. Dava – Franz Kafka
2. Paul Coelho – The Winner Stands Alone
3. Paul Auster – Man in the Dark
4. Paul Auster- The New York Trilogy (o kadar güzeldi ki hem sesli kitap olarak dinledim, yetmedi kitabını alıp okudum)
5. China Mieville -The City & The City
6. Enis Batur – Kediler Krallara Bakabilir
7. İhsan Oktay Anar -Efrasiyab`ın Hikayeler

Interest –

8. Chip Heath, Dan Heath – Switch: How to Change Things When Change is Hard
9. Nant- Expert .NET Delivery using NAnt & CruiseControl.net (Expert’s Voice in .Net)
10. ASP.NET MVC 2 Apress – Sanderson
11. Adapting Configuration Management for Agile Teams- Mario E Moreira
12. Release It!: Design and Deploy Production-Ready Software (Pragmatic Programmers)- Michael T. Nygard

Kara kaplı defterim der ki, kaçaklar listesine girenler için:
13. Terry Pratchett –  Unseen Academicals (Discworld Novels)
14. Terry Pratchett –  I Shall Wear Midnight
15. China Mieville – Perdido Street Station
16. E.E. Cummings – Tulips and Chimneys

Evet evet tam bir ayım var, 21 günü tatil, bitme ihtimalleri var hala… Ama bir tanesi var ki öbür yıla, meslek kitabıdır zira kendisi, bense cidden tatildeyim bu sefer:)

1. Testing ASP.NET Web Applications (Wrox Programmer to Programmer)

Şimdi kitabıma geri dönüyorum müsadenizle…

Asil İngiliz ailesinin sarayına ziyaret

November 15, 2010 § Leave a comment

Dünyanın en büyük kalesi Windsor Kalesi/Sarayı, 1067 yilinda Norman’ların adayı işgali ile defans ihtiyacı ile doğan kale, yüksek bir tepe üzerine tüm sehre hakim manzarasi sayesinde yıllarca gücünü korumuş. Royal Family’nin halen evi aslinda, ziyarete gittiğimiz geçen hafta, sevgili kraliçemizde saraydaydı, işaret olarak da kalenin bayrağı yukarı cekilmisti..
Bir Topkapi Sarayi tadinda, tüm gümüşler, altınlar gösterişte. Ama halan saray ailesinin yaşadığı bir yer olması, yine İngilizlerin gecmişlerinin kadrini kısmetini bilmeleri ile ilgili tabi, sarayın önemini daha da artırıyor. Tüm Ingiliz tarihi günümüze kadar sergideydi…
Aklımda kalanlara gelince:
1. Leonarda da Vinci’nin 600 eserlik sergisi…Bu kadar yakından bakmamıştım daha önce hiç bir Vinci eserine. Deliliğinin ayrı ispati olan ayna misali yazısını okumaya calışmamıştım. 600 eserin hepsi de yoktu sergide, yıpranmalarını engellemek icin, dönüşümlü olarak sergileniyorlarmış…
2. Oyuncak ev odası. İngilizlerin kız çocuklarının klasik oyuncağı, oyuncak evler, kayısı büyüklüğündeki odaları, minicik mutfak eşyaları, süpürgeleri ile evcilik oynuyorlar. Ama kraliçe derseniz, sarayı andıran bir oyuncak evle oynuyormuş. Gelen hediyelerden oluşan evdeki elektrik süpürgeleri gerçekten elektrikle calışıyor [hatta dünyadaki en küçük elektrikli süpürge sıfatına da sahip], yemek takımı gerçek gümüş ve altından…Büyüleyici güzellikte piyanolar, şamdanlar…

Windsor Castle

Londra Türk Film Festivali’nde Prensesin Uykusu

November 14, 2010 § Leave a comment

Bugün Londra Türk Film Festival‘inde, Çağan Irmak’ın Uyuyan Prenses filmini izledik Apollo Cinema salonunda; tüm salonla ingilizce alt yazılı film izlemenin keyfini çıkardık, yabancı katılımcıların sayısının dikkati çekeçek kadar çok olmasının mutluluğu da katılarak.

Hikaye

Gizem(Şevval Başpınar) adlı bir kızın, aldığı ani bir darbe ile komaya girmesi ve günlerce uyanmaması ile ilgili bir peri masalı. Filmi izlemeyenler için kilit noktayı söylemeyeceğim, neden peri masalı olduğunu. Ama fantastik öğeleri, animasyonları, Deli Dumrul’a ve Tepegöz’e göndermeleri entegre etmede başarılı olmuş Irmak. Filmde geçişlerde kimi zaman eksik hissetsem de, bir sonraki sahne tekrar toparladı kendini; hikayenin güçlü oluşu, oyuncuların hayatın ince damarlarındaki akışlarını aksettirmedeki başarısı ile güzel bir film…

Oyuncular

Sevinç Erbulak’ı İstanbul’un kuytu köşelerinden bir yerlerinde, basit ama onurlu ve güçlü bir kisilikteki kuaför olarak izledik.
İlk kez beyaz perde de izlediğim Çağlar Çorumlu, hayatı alternatif bir boyutta, doğaya bağımlı, sürekli gülen bir karakter olarak oynamakta çok başarılı idi. Ağlarken, ağlatırken bile gülüyordu gözleri, ne yapsındı, yapısı böyleydi…
Ve Genco Erkal, ne tiradlar attı, ne kadar ağlatıp güldürdü… derinden etkiledi… Yeşilçam’ın unutulmuşluğunun verdiği acıyı, eşini kaybetmenin verdiği acıyla harmanlayıp ölmeyi isteyen, ama bir o kadar da yaşamın keyfini yudum yudum içmiş, kelime kelime paylaşıyor ki, yaşama gönlünü kaptırmış bir yönetmeni başarıyla oynamış…

Müzik

ve filmin başarısın Redd müzik grubu, albüm satışlarının rekor kırması bekleniyor…

Sevgili Sevin Okyay da izlenimlerini aktarmış, ona da kulak vermek isterseniz…

ve RadikalGaleri’den bir kac sahneye bakmak isterseniz…

prenses

prenses

Shakespeare sahnesinin kokusunu duymak…

September 26, 2010 § Leave a comment

Londra’da yaşamanın en güzel yanlarından biri de tarihi buram buram koruyan, yaşatan bir şehrin parçası olduğunu bilmek. Yüzyıllar öncesine öyle yapay sinema ekranlarından, parça parça eserlerle asıl hikayeyi toptan kaçırdığımız müzelerden değil; tarihin kendisine uzanıp, koklayıp, dokunabilecek, hatta konuşabilecek kadar yakın olmaktan bahsediyorum …

Değerlerini koruyan İngiliz hayranlığım dün akşam Shakespeare’in Henry IV (Bölüm 1) oyunu ile bir kat daha arttı. Hala sahnede izliyorum sanki, hani her Shakespeare oyunu beni kendime ancak bir haftada geri getiriyor, ancak bu sefer sadece oyun değildi beni benden alan, tiyatronun, Globe Theatre‘ın kendisi idi; soluduğum hava idi; oyunu orjinali örnek alınarak yapılan tiyatroda, tam dört yüz yıl öncesi tadında izlemenin keyfi idi. Açık havada – ki sadece yaz sezonu açılan – tiyatroyu Eylül sonu serin rüzgarlar ve yağmurlar yalnız bırakmadi tabi, ama yuzyillar oncesi halkinin merakı ve heyecanı ile farkına varamıyorsunuz ara verilmeden. O zamane insanlarının oturduğu tahta oturaklarda oturmak, oyuncularla izleyicilerin içli dışlı atmosferine tanık olmak, ön alanda yer alan ayakta izleyicileri ile tarihi havası buram buram kokan bir tiyatro idi.

Oyuna gelince, Shakespeare’in tetralogy (dörtlü) olarak kaleme aldığı serinin ikincisidir (Richard II, Henry IV Part 1, Henry IV Part 2, Henry V). Henry IV.’in tahta geçtiği ilk dönemin kargaşası ile başlar. II.Richard’ı tahttan indirmiş ve dolaylı yoldan öldürtmüştür Lancaster’lı Henry Bolingbroke ve İngiltere tahtına geçmiştir. Oğlu içkici, hırsız arkadaşlarıyla saraydan uzakta gecenin gündüze karıştığı, saatleri yok sayan bir hayat yaşamaktadır.

What a devil hast thou to do with the time of the day?
Unless hours were cups of sack* and minutes capons** and
clocks the tongues of bawds and
dials the signs of leaping-houses and
the blessed sun himself a fair hot wench in flame-coloured taffeta,
I see no reason why thou shouldst be so superfluous to demand the time of the day.

Bu sözler sadece Hal’ın (Henry V) hayatını özetlemekle kalmaz, Falstaff ile paylaştığı hayatı da anlatır. Falstaff***, oyunun en eğlenceli karakteridir aslında, Bülent Bozkurt, oyunu Türkçe’ye çevirdiği kitabında masal bukalemanu olarak tanımlar, pek çok kalıba girebilen yapısında, varlığın her koşulda sürdürebilmesine elveren gizemli bir mekanizmaya sahip , ve Türk seyircisi ile içli dışlı olmamasından yakınır.

Herkesin derdi benimle.
Harcı ahmaklıkla karılmış bu insan denen varlığın beyni,
benim yarattığımdan ya da benimle yaratılandan öte,
güldürüye yakın bir şey yaratabilmekten aciz.
Kendim zeki olmaktan başka, herkesteki zekânın da kaynağı ve nedeniyim…

Hal’ın kuzeni Hotspur güçlü bir askerdir, İşkoçları yenip esir eder, ama krala karşı kullanır esirleri ki kardeşinin eşi Edmund Mortimer için gereken fidye verilsin. Kral fidye vermeye yanaşmaz, Hotspur isyan bayrağını asar. Henry V, babasına yardım için saraya geri döner, komutan olur 16 yaşında, ve Shrewsbury savaşında, kuzeni Hotspur’u öldürüp babasının hayatını kurtarır. Oyunun detayları ile gerçek tarih hakkında daha detaylı bilgi isterseniz, çok güzel bir analiz tavsiye edebilirim.

* Ispanyol Sarabi
**Sözü geçen capon, Shakespeare eserlerinde de çokça dile gelen, dönemin meşhur yemeğidir.

**IV. Henry ve Falstaff


sondan eklemeli hayallerim…

July 18, 2010 § Leave a comment

Yazılacak kitaplar var,
Söylenecek sözler,
Kekik kokan, ayran kıvamında, içilmeyi beklenen tadlar,
Yaptığım listenin sonu gelir mi?

ey yarın dünden sipariş alır mısın?
yine pilim bitti diye döndüğüm yatağım,
yarın gözlerimi açtığımda,
dünkü liste için hazırlık yapmaya yola mı koyulur,
yok sayıp yeni hayallere mi dalar dersiniz…

en kötüsünü yapar,
her ikisini de taşır,
ne bu eksik kalsın ister,
ne de şu…
kolay gelsin size ey hayallerim…

Gazel

February 26, 2010 § Leave a comment

Meni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı

Benim canımdan usandırdı yâr, ettiği eziyetten usanmaz mı?
Kaderim yandı âhımdan, isteğimim mumu yanmaz mı?

Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı

Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı

Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı

Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı

Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı

Divan şiirleri

February 25, 2010 § Leave a comment

Teke Tek programında İskender Pala’nın konuşmasını dinledikten sonra, kendi içimde başladı isyan. Geçen hafta ben değil miydim, Shakespeare’nin On İkinci Gece oyununu izledikten sonra, ona bir daha hayran kalan, gece saat dörte kadar oyunun sözlerini bir daha gözden geçirip, hakkındaki yorumları okuyup, kendimi tutamayıp iki kelam da ben yorum edeyim diyen. Aşk‘ı okuduktan sonra artan Mevlana’yı ve divan şiirini daha iyi anlamak için hissettiğim boşluğumun derinliğinde boğulmak istemedim…

İskender Pala da tam bundan söz ediyordu…Neden Fuzuli, Shakespeare kadar hürmet görmez, diye. Fuzuli’nin dilinin bize yabancılığı kadar, Shakespeare’nin dilinin de kendi halkına yabancılığı malumumuz. Programda, Shakespeare’in oyunlarının ilkokullar, ortaokullar için hazırlanmış versiyonlarında bahsettiler. Şiir için bunu yapmak o kadar riskli ve zor bir iş, ben altına elime koyamam maalesef. Ama o içimi kemiren şey, ‘o zaman kelimelerin anlaşılabilirliğini artır’ demeye başladı.

Ne uzmanım, ne de şair. Ama gönül bu başlamak istedi bir yerden. Facabook’ta bir şiir sayfası açtım. Her gün bir divan şiiri hazırlayıp koyma kararı aldım. Beyitlerin uzunluğu ve derinliği, okunabilirliliklerini azaltacağını fark ettim bugün. Her güne sadece bir beyiti güzelce anlayıp yorumlasak, böyle özümsesek daha kararında bir amaç olur değil mi? Hani sizin de katkınız olmadan olmaz dedim, olur da yolunuz düşer, vaktiniz olur, bir beyiti anladığınız/anlatabildiğiniz şekilde paylaşırsanız çok sevinirim. Her türlü öneri ve yardımlarınız için şimdiden teşekkürler….

ne kadar kolaydı…

February 16, 2010 § Leave a comment

Bu kadar kolaydı o kadar zorluğa pes etmek,
çığlıklarının duyulmamasına
sessizce veda etmek,
yüreğini bıçaklayıp, parçalamak,
akan kana aldırmamak…

Ölümünü seyretmek bu kadar kolay mıydı?
kendi sonunu aynada izlemek,
son sözlerini kendine sormak,
“anlatacaklarım bitti” demek,
“ben bittim” demek…

Gözlerinin içine baka baka gözyaşlarını görmemek kolay mıydı?
dudağına gülücük kondurmaya çalışmak,
“nefesim yeter mi” kaygısında olmamak,
“vaktim tamamdır” demek,
ve hiç bir şey hissetmemek…

Bir Ses, Bir Yüz, Bir Karakter, İki İnsan

February 15, 2010 § 2 Comments

Bu cumartesi akşamı son dakika bileti ile Onikinci Gece‘yi sahnede izleme şansımız oldu. Yıllar önce okuyup hayalimde sakladığım Viyola, Orsino, Olivya’nın ete kemiğe bürünmüş hallerini görmenin şaşkınlığı mı derseniz, dört yüz yıl önce o güzel Shakespeare İngilizceli oyunun sözlerinin kompleksliğinden mi derseniz bilmem ama ilk yirmi dakika sahneyi takip etmekte zorlandım. Elbette komediydi oyun, ve yüzlerde gülümsemelerle bitti oyun, ama oyunun adı, geçtiği mekan, karakterleri, ilişkileri, ve benzerlikleri daha başka bir boyut kazandı, toparlanıp burada dile gelmek istediler, söz onlarda…[Özdemir Nutku’nun kitabı ilk Türkiye ziyaretimde alacağım kitaplar arasında, bu yazı maalesef kendisinin yorumlarından yoksundur, her ne kadar önce onun yorumları okusaydım, bu yazıyı yazma cesaretim kalır mıydı bilmem…]

Oyundaki ilk ikilik oyunun kendi adında ‘Onikinci Gece’ ve ‘Siz Nasıl İsterseniz’. Onikinci Gece, İsa’nın doğumu ile başlayıp İsa’nın ilan edilmesiyle biten zorlu bir süreçtir, ve bu, Hristiyanlık’ta, Noel ile başlayıp on iki gün süren şenliklerle kutlanır. Eğlencelerde oynanması için yazılmıştır oyun, şenlik içindir ama trajedi içerir. Karmaşanın, yanlış anlaşılmaların hüküm sürdüğü oyun duru bir sonla çözümlenir…
Diğer adı ‘Siz Nasıl İsterseniz’ ise oyunun ilk ismi ve aristokrat kesime adanmış; çok az çaba ile her istediklerine ulaşmaları, çok çalışan hizmetlileri sayesinde olan zenginlere. Oyundaki karakterlerden biri Orsino, İllirya’nın Dükü, Olivya’ya ilk görüşte aşık olur, ama umutsuzcadır bu aşkı; Olivya ise Orsino’nun ona mesajlarını iletmek üzere gönderdiği elçisine, Cesario’ya aşık olur. Cidden bütün zenginler istediklerine ulaşabilirler mi? Bu ikinci alt isme, diğer ikinci bir yorum da izleyiciye hitabendir: ‘Siz nasıl isterseniz öyle olsun’, oyuna ne isim koymak isterseniz öyle olsun. Ve bence, hani hiç kaynaksızca söyleyeceğim ki, ‘Hayattan ne istediğinize dikkat edin’ demek ister, her istediğin gerçek olabilir de der, her istediğin başka bir ruha/cisme dönüşür de sen hala isteyebilirsin de der…

Oyunun yeri İllirya, yer ismi olarak M.Ö. 10’dan sonra kullanılmamış, varlığıyla yokluğu birbirine karışmış yani, masalsı bir hikaye gibidir, destanlara konu olacak bir hikaye gibi başlar…Sahne, Binbir Gece Masalları gibi açıldı, çalgılar, içkiler, kıyafetler başladılar masalı anlatmaya…

Ve alt hikayede benzerlikler vardır. Viyola küçükken batan bir gemide ikiz erkek kardeşini kaybetmiştir. Olivya da kardeşinin denizde öldüğü haberini alır ve yedi sene yas tutacağını söyler. Viyola erkek rolu yapmak için serttir, mert durur, ‘Above my fortunes, yet my state is well:
I am a gentleman’
ve bu sözleriyle Olivya’nın kalbi duracak kadar hızlı atmaya başlar…

Viyola’nın düşü Orison’dır, hem gerçek Düş’ü, hem kalbindeki düş… Viyola’nın, Orison’a olan umutsuz aşkını saklaması, Orison’ın Olivya’ya olan umutsuz aşkının taşıyıcı görevi üstlenmesi ve Olivya’nın Cesaior’a umutsuz aşkında can bulmasıyla yoğrulur, düğümlenir hikaye…Ve Cesaior’un umududur bunun çözülmesi:
‘Ey zaman! Bunu sen çözmelisin, ben değil; bu düğümü benim çözmem çok zor’
“O time! Thou must untangle this, not I;
It is too hard a knot for me to untie”
(O time! you must untangle this not I; it is too hard a knot for me to untie), (II/II, line 41).

Ve bu bir komedi, dramı anlattın sadece diyecekseniz; tüm komik karakterleri size sakladım, uşak Malvolyo, Sir Toby, Sir Andrew, palyanço Festa, Mary…

Ve merak ederim sizde kalanlar hangileri?

İlk basımı

Onikinci Gece